Şevin'in KIŞ BAHÇESİ

Gökten onca kar tanesi düşer, hiçbiri bir diğerine değmezmiş.



2/25/2010

I'll just die another day!

Sabahın erken saatlerinde çıkılan yolculuklarda sonsuzluğa benzer bir tat var. Gün ağarmadan, herkes uykudayken uykudan sıyrılmak aynı anda hem yaşamı hem ölümü taşıyor. Dante'nin cennet ve cehennem arasında sıkışmış ruhları gibi arada kaldığım sessiz saatler. Sonra gün ağarmak üzereyken hissedilen sessiz coşku. Yaklaşan günün tarifsiz çekim gücü. Midemde şişmeye başlayan bir balona benziyor. Ağaran günün getirdiği heyecan mideme sığmaz olunca yoğun bir soluk olup çıkıyor... Bunlar henüz ne tarafı seçeceğime karar veremediğim saatler. Seçim benim elimde, kimsenin değil. Günün bu erken saatinde kendini tatlı uykunun kucağından söküp uyanabilenlere verilen bir imtiyaz bu. Hem ölümün hem de yaşamın içimde olduğu bu saatlerde nerede kalmak istediğime karar verme yetkisi bana ait. Gün ağarırken duyduğum yoğun çoşku da seçimin getirdiği heyecandan. Henüz kararımı vermediğim, güneşin hissedilmediği anlarda hem ölüyüm hem de hayattayım. Schrödinger'in kedisi gibiyim... Ve bu sabah ben, korku ve cesaretin, inkar ve teslimiyetin, tükenmişlik ve coşkunun iç içe girdiği o gizemli saatlerde bundan önceki sabahlarda yaptığım gibi yine yaşamı seçtim.

2/13/2010

İki fotoğraf

Gözümün önünde siyah beyaz bir fotoğraf. Aslında daha çok gözümün ardında bir yerlerde. Küçük bir kız çocuğu - 4-5 yaşlarında - okula gitmek için evden çıkmış, arkasına bakmadan kararlı adımlarla sakince yürüyor. Biraz da küskün sanki ama farkında değil. Aklında neler var, nasıl bu kadar kendinden emin ve adanmış ilerliyor bilinmez. Tek bildiği, bundan öncesini hatırlamıyor olduğu. Böyle kararlı ve emin adımlarla anaokuluna doğru gitmezden önce hayatında ne yaptığını bilmiyor. Sanki bir başka dünyadan ışınlanmış ve kendini hiç arkasına bakmadan sakince ilerlerken bulmuş. Işınlandığı yeni dünyaya alışamamış ama soru sormaya da gerek duymamış. Tek yapması gereken ileriye doğru yürümek. Asi bir kuçuk kız, hiç acele etmeden ama bir metronom gibi tekdüze ... yürüyor.


Bir diğer fotoğraf. Yine siyah beyaz. Hatta belki de sepya. Genç bir anne kızını okula göndermiş, arkasından bakıyor. Ama garip birşeyler var; fazlasıyla temkinli. Perdenin arkasında saklanmış, görünmemeye çalışıyor. Gizli gizli seyrediyor uzaklaşan çocuğunu. Saklanarak... Çünkü küçük kızın kesin direktifi var! Arkamdan bakma, demiş. Ben kendim gidebilirim. Arkamdan sakın bakma! Huysuzluk ve kararlılık karışımı bir ses tonuyla söylemiş olmalı. Şimdi düşündüm de, daha çok asi ve kızgınlık dolu bir renk var sanki sesinde. Öyle hırçın bir asilik de değil hani. Daha çok yumuşak başlı bir isyankarlık. Minicik bünyeye fazla geldiği için geleceğe doğru tüm hayatına taşacak olan inatçı ama huzursuz bir kararlılık hali... Küçüğün isyanı devam ediyor katlanarak: Arkamdan da bakma! Anne biliyor ki kuçuk kız bir yandan ilerleyecek, bir yandan de onu kontrol edecek ardından bakıyor mu diye. Perdenin arkasına saklanması da bundan. Minik kız ilerliyor, arada bir de dönüp pencereyi kontrol ediyor. Annesinin bakmadığına ikna oldu, yürüyor. Annenin içinde endişeyle karışık şaşkınlık hali, kızı gözden kaybolan kadar perdenin arkasından ayrılamıyor...

2/12/2010

Sessizce

Evden çıkıp bir yerlere giderken her durakta aynı görüntü içimi burkuyor. Koyu renk mantolu mutsuz insanlar yığını. Üstüste binmiş gibi duran asık suratlı lekeler. Tüm bu gölgeler etraftayken nasıl neşeli olunur bu şehirde bilmem. İsteksizce bir oraya bir buraya koşuşan koyu karaltılar her yandayken nasıl olur da mutluluk içinde uçarcasına dalabilirim hayatın içine onu da bilmem. Kafamın içinde bir başağrısı: Peki senin farkın nedir bu mutsuzluk kümesinden? Nasıl oldu da muaf tuttun kendini bu hüzün ayininden? ... Hayır, hayır bu hüzün değil. Sağda solda koşturan karaltıların yüzünde gördüğüm şey hiç de hüzün değil. Hüzün dinmiş bir coşkudur, derdi Andre Gide. Bu hüzün değil, olsa olsa ... burnunun ucunda duran hayatı göremeyenlerin zavallı, çaresiz ama bir o kadar da kararlı sevinç yoksunluğu. Mutsuzluk demeye bile dilim varmıyor... Andre Gide yine imdadıma yetişiyor: Mutluğu her yerden başka yerde arama Nathanael! Bir de kitabın hiç unutmadığım o son cümlesi: Hiçbir şeyi putlara kurban etme Nathanael... Benim koşturup durmam da hep Andre Gide yüzünden olmasın! Ne diyordu yıllar önce okuduğum o kitapta: Ölüm uykusundan başka dinleniş istemem ben... İşte suçlu bulundu! ... Şimdi durmadan koşmak istemiyorum. Küçük dinlenişler arıyor ruhum. Şimdi tüm okuduklarımı, tüm duyduklarımı, kulağıma çalınan tüm sözcükleri unutmak istiyorum. Yaşamanın, hayatta olmanın kendisi dışında hiçbir şey önemli olsun istemiyorum. Dostoyevski'den okumuştum; şu hayatın sırrı denen şey öyle yalın ve öyle dosdoğru gözümüzün içine bakan birşey ki, onu bir türlü göremiyoruz! ... Hayatın kendisi olan o kuçuk sessizlik ve huzur anında şimdi dinlenmek istiyorum.

...

Gececil bekleyişler vardır, hangi aşkın daha bilinmez!

A.Gide

2/02/2010

Günün en güzel anı.



Kendi kendime uydurduğum bir oyun var. Oyun da denmez ya. Gün sonunda sormayı adet edindiğim basit bir soru diyelim. Sorumuz uyumadan hemen önce sorulur ve şudur: Günün en güzel anı ve en kötü anı hangisiydi? En kötü anını bulmak için uzun uzun düşünürsem günüm gayet iyi geçmiş demektir. En güzel an için de uzunca bir süre düşünmem gerektiyse iki seçenek var. Birincisi günüm harika geçmiş ve bir sürü güzel an içinden en iyisini bulamıyorum. İkinci seçenek ise tabii ki tam tersi, güzel bir anıdan yoksun pek zavallı bir gün geçirmiş olma ihtimali.
Bugün soruyu önce Lilo'ya soralım.

Şevin: Lilocan, bu günün senin için en güzel anı hangisiydi?
Lilo: Senin eve döndüğün an.
Şevin: Hmmm pekiii, günün en kötü anı?
Lilo: Kötü an diye bir şey yok, onu siz insanlar uyduruyorsunuz. Herşey iyi, herşey güzel!
Şevin: Hmmm bilmiyorum Lilocan, madem kötü an yok, o zaman iyi anlar da yok.
Lilo: İyiyle kötüyü tabii ki siz uydurdunuz. Ama şimdi seni üzüp kafanı karıştırmak istemediğimden iyi anla ilgili soruna cevap verdim.
Şevin: Ama Lilocan, esas şimdi aklımı karıştırıyorsun.
Lilo: Peki tamam, en baştan başlayalım. Öncelikle ben senin gibi değilim. Hafızama o kadar da bağlı olmadığım için iyiye ve kötüye pek kafamı takmıyorum.
Şevin: Ne demek şimdi hafızaya kafayı takmamak? Senin derdin gecenin bu saatinde iyice kafamı karıştırmak sanırım.
Lilo: Şöyle anlatayım, en iyisi bir örnekle... Bazen birlikte gezmeye çıktığımızda yerde ekmek parçası falan bulup hemen mideye indirmeye çalışıyorum ya?
Şevin: Evet?
Lilo: Ama sen izin vermiyorsun yememe, hemen beni sürüklercesine uzaklaştırıyorsun ordan. Ben önce ekmeğe ulaşmak için direnmeye kalkıyorum, ama hemen sonra vazgeçiyorum. Unutup önüme bakıyorum. Başka bir köşede başka bir ekmek ya da simit bulabilirim. Sonra hemen bir taş görüyorum, alıp oynamak istiyorum ama sen yine izin vermiyorsun, dişlerime zararlı falan diye. Çekiştiriyorsun beni. Ben önce direnir gibi yapıp sonra hemen unutuyorum, aynı coşkuyla bir yaprağa atılıyorum. Sonra yapraktan sıkılıp, aynı coşkuyla bir kozalağa doğru koşuyorum. Kozalaktan sıkılıp coşkumu hiç yitirmeden bir kediyi koşturuyorum.
Şevin: Yani sen canın ne isterse istesin, hemen unutup bir başka şeye yöneldiğin için mi mutlusun?
Lilo: Mutluluğu nerden çıkardın şimdi? Mutluluktan bahseden oldu mu? Ben sadece sana hafıza işin içine girdi mi herşeyi ne kadar ağırlaştırdığını, siz insanların bu yüzden herşeyi iyi ve kötü diye sınıflandırmadan yapamadığınızı anlatmaya çalışıyorum.
Şevin: Ne demek şimdi bu Lilocan? Sen şimdi bana, herşeyi unut mu demek istiyorsun? Herşeyi kolaylıkla unutursam o zaman iyi ve kötünün ötesine mi geçeceğim? Bu mu anlatmaya çalıştığın? Önüne çıkan ekmeği boşver, nası olsa bir taş bulursun. Taşı da boşver bir kozalak çıkar karşına. Onu da boşver, yapraklarla oynarsın. Yaprağı da boşver, kedilerle oynarsın. Doğru mu anlıyorum?
Lilo: Eksik anlıyorsun. Ve tabii ki esas noktayı kaçırıyorsun. Bir kere şunu unutma, bir saniye sonra unutacak bile olsam, istediğimi almak için çaba gösteriyorum. Üstelik anahtar kelimeye dikkat etmedin yine. Ne dedim; coşkuyla. Hep coşkuyla atılıyorum aklımı çelen şeye. Ama ulaşamayınca da karalar bağlayamam kusura bakma, afacan bir köpeciğim ben. Nasıl olsa beni oyalayacak birşey çıkar önüme. Hem ben ihtiyacım olmayan şeylerin tutsağı olamam sizin gibi.
Şevin: Tamam Lilocan, anafikir az çok alındı! Ama ben senin gibi afacan, yaramaz bir köpecik olmadığım için önüme çıkan ve elde edemediğim kozalakları, ağaç yapraklarını o kadar çabuk unutamam. Hemen kafamı çevirip bir başka kozalağa yönelemem.
Lilo: Yapamazsın biliyorum, nicedir anladım siz insanların ne garip yaratıklar olduğunuzu. Hem yapabilsen bile zaten bu da yetmez küçük Padawan! Ne dedim? Coşkuyla! Yerden alamadığın o kozalağa duyduğun coşkunun aynısıyla atılman gerek ağaç yapraklarına. Bunu yapabilir misin? Sanmıyorum. Baksana gün bitmiş, yenisi gözlerini dikmiş sana bakıyor ama sen hala bu günün en güzel anı, en kötü anı diye bir oyun tutturmuş enerji harcıyorsun.
Şevin:Ama yeter artık Lilo, biraz ağır olmadı mı bu eleştiriler? Koca kulaklı bir maymun suratlıdan işittiklerime bak! Benden intikam falan mı alıyorsun o son kozalağı eve getirmene izin vermedim diye?
Lilo: Hangi kozalak?
Şevin: Öfff tamam, tamam anladım. Unuttun gitti bile sen o kozalağı. Umurunda bile değil artık, doğru anlamış mıyım?
Lilo: En çok kendini akıllı sandığında gülüyorum sana Şevincan! Aslında biz köpekler hiçbir şeyi unutmayız. Sadece hafızamın tutsağı değilim, sana bunu anlatmaya çalışıyorum. Aradan on gün de geçse o kozalağı kapıdan çıkarken sana hiç çaktırmadan alırım ben. Ama şu noktaya dikkat et; şu anda aklım o kozalakta değil. Eve getiremedim diye dert etmiyorum.
Şevin: Neyse, onu bunu bırak da şu kozalak işini söylemen iyi oldu. Yarın senden önce davranıp bahçeye atayım en iyisi!
Lilo: Atarsan at Şevincan, bahçe kozalak dolu.
Şevin: Aman iyice bilge Yoda kesildin başıma! Haydi yatalım artık.
Lilo: Ya Şevincan, onu bunu bırak da mutfaktan fındık fıstık falan getirsene.
Şevin: Buyrun bakalım, senin bilgeliğin de buraya kadar!
Lilo: Ekmek de olur.
Şevin: ......

2/01/2010

Silent all these years!

Lilo hayatıma girdikten sonra ne kadar da değişti herşey. Neler öğrendim koca kulaklı, maymun suratlı, yaramaz bir köpek yavrusundan. Hiç böyle koşulsuzca, teklifsizce kalbini açan yaratık görmemiştim. Bir köpeğe hiç dokunmamıştım kirlidir diye. Lilo daha kırk günlükken odada yalnız kalıp korkudan ağladığında daha önce hiç ağlayan köpek görmemiştim. Ya da görsem de bakmamıştım. Sonra Lilo çok hastalandığında, İmren Hanım boşuna para harcamayın isterseniz demişti, bu kesin gidici. En fazla terlik büyüklüğündeydi o zaman. Hergün aramıştık İmren Hanım'ı, sonra nihayet bir hafta sonra, tamam dedi, hayati tehlikeyi atlattı, bir de dedi ki, artık buna iyi bakın, bu küçük şey en az on sene sizinle yaşayacak. On sene. O an farkettim işin ciddiyetini. Bir ay sonra sıkılıp atmayacağız. Bir yıl sonra başkasına vermeyeceğiz. Minik maymun en az on sene bizim kızımız olacak. O günün üzerinden neredeyse üç sene geçti ve ben şimdi nasıl olur da bu kadar az yaşadıklarını anlamaya çalışıyorum.
Yalnızca bir kaç kez gördüğüm halde, eriyip gitmesini bir türlü kabullenemediğim Prenses'i düşünüyorum... Sonra da Lilo'yu. On sene. On beş sene. Bizden çok daha hayat ve sevgi dolu bu yaratıklar neden bu kadar çabuk pes ediyorlar anlamak mümkün değil. Birşey daha öğrendim Lilo'dan sonra. Bir köpek öldüğünde kimse öldüğünü söylemiyor. Hep, melek oldu deniyor. Köpek sevenler arasında sessiz bir anlaşma gibi. Köpeğimiz melek oldu! Yine de ben Prenses melek oldu demek istemiyorum. Böyle söylemek onun ölümünü hafife almak gibi geliyor. Prenses öldü. Kimsenin fark etmediği bir su damlacığı kadar yer tutsa da dünyada, şimdi o yokken hayat eskisi gibi değil.
Prenses'ten sonra ilk defa barınağa gittim. Dün... Ne yaparsam yapayım o küçüğün yitip gitmesine izin verenlerden biri olduğum hissinden kurtulamıyorum. İçimi acıtan bir suçluluk duygusu. Bir sürü keşke var arkamda bıraktığım. O küçük şey de onlardan biri artık. Kocaman da bir ders verdi bana. Hayatı erteledikçe pişmanlıktan kurtulamayacağımı çarptı yüzüme. Her keşke dediğimde, her sonra hallederim dediğimde, her cesaretsizliğimde, her kolay vazgeçtiğimde şu anın içinde olmaktan uzaklaşıyorum. Gözlerim hep arkada kalmaya mahkum... Küçükken çocuklara sorarlar ya, büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye. Ben, ölümsüz olmak istiyorum dermişim. Sonra bir gün annemin bana, o zaman ben kızım yazar olacak, dediğini hatırlıyorum. Yazdıkları ölümsüz olacak... Anaokulundaydım o zaman. Şimdi ise otuzumdayım ve her keşke ile çocukluk hayalimden biraz daha uzaklaşıyorum.