Şevin'in KIŞ BAHÇESİ

Gökten onca kar tanesi düşer, hiçbiri bir diğerine değmezmiş.



5/02/2011

Turun Son Günü

Turun son günü gibisi var mıdır rehber dostlar? Kış ortasında açan güneş gibidir. Bunaltıcı ağustos sıcağı arasında bir tanecik serin gün gibidir. Boşuna dememişler en iyi turist giden turisttir diye! Evet bu Brezilyalılar dünya tatlısı insanlar. Ay ne güzel çiçek, ay ne güzel yol, ay ne güzel sokak, ay ne güzel hava, ay ne süper rehber, nooosssaaaaa, diye hap içmiş gibi mutluluk tavan yapmış bir şekilde dolanıyorlar ortada. Ama yine de beş günden sonra bu kadar sevgi böcekliği benim bünyeye fazla gelmeye başlıyor. Haydi bakalım herkes plajına, karnavalına falan dönsün, diyesim geliyor. Bir günde on iki saat araba minibüs kullanmaktan beyni hoşafa dönen kaptan soruyor;
-Abla, bunlar hep böyle mutlu mu?
-Brezilyalı bunlar, bir çeşit ruh hastalığına tutulmuşlar. Mutlular, memnunlar falan!

Yine de en iyi tur biten tur. Ben turun son gününü kutlamayı sevenlerdenim. Her ne kadar bu sevimli Brezilyalıları sevsemde, gecenin bir yarısı başıma bela olup bir hafta sonraki uçuş saatini konfirme etmeye çalışan amcayı ya da soru sormak için minibüste ayağa kalkıp, arkadan kafamı dürten teyzeyi pek de özleyeceğimi sanmıyorum! Turun bitişini Kuşadası marina manzaralı odamda sütlü kahve likörü içerek kutluyorum. Hala biraz hastayım, likör içmemeliyim belki ama sütlü içiyorum en azından. Hem de organik süt!
Yarın öğlen İstanbul'a dönmüş olurum. Bugün hem hastalığım, hem de son günlerdeki hayata hastalıklı bakışım iyileşti biraz. Küçük Lilo'mu çok özlediğimi fark ettim bugün! Son günlerde Lilo'yu bile gözüm görmüyordu sanki. Bugün Meryem Ana'yı gezerken, şişmancık bir King Charles Chavelier gelip dibime oturdu. İsmi Poçi'ymiş. Kendini sevdirdi durdu. Sonra Efes çıkışında yeni doğurmuş bir sokak köpeğinin minicik yavrularını sevdim. Lilo'mu özledim bugün. Hayatımı değiştiren, bana dünyada insanoğlu denen yırtıcı hayvan dışında canlıların da yaşadığını öğreten küçük köpeciğim. Bir köpek kendini insana sevdirecekse kendini yerlere serer. Hiç düşünmez karşılık alacak mı diye. Kendini olduğu gibi teslim eder bu güvenilmez, karmaşık insan yaratığına. Bir köpek kendini böyle teslim ettiği anda gözlerinden öyle bir sevgi fışkırır ki, o anda öylece yoğunlaşan o sevgiye elinle dokunabileceğini sanarsın. Ama biz zavallı insanoğlu olarak, seveceksek eğer bir sürü hesap yapmak zorundayız. Sonunu düşünürü hep. Sonu ne olacak? O anda o duygudan daha önemli hiçbir şey olmadığını göremeyip, işin sonunu hesaplamaya kalkarız. Freud demiş ki, köpek sevdiğini yalar, sevmediğini ısırır. İnsan ise lanetlenmiş gibi ilişkilerinde sevgi ve nefreti aynı anda yaşamak zorundadır... Yarın Lilo'ma dönüyorum. Onu neden beş gün bir pansiyonda bıraktım diye beni yargılamayacak. Neden gittin diye sitem etmeyecek. Her zamanki gibi sevinçten havalara uçarak beni kabul edecek. Günün birinde sevebilirsem, Lilo gibi sevmek istiyorum. Yargılamadan. Ego denen şeyi denklemin tamamen dışında tutarak.

Turun son günü gibisi yok! Yarın sabah sevimli ve mutlu Brezilyalıları gemiye bırakıp İstanbul'a dönüyorum. İstanbul'la o kadar çok kavga ettim ki son zamanlarda, bu şehre dönme fikri bile sinirlerimi bozuyordu. Ama artık saatlerce araba kullanmak zorunda değilim ve bu yaşlı şehre bir şans daha vermeye karar verdim. Şansını kullanamaz ve beni bir kez daha küstürürse, bir sene sonra bahçesinde domates ve biber yetiştireceğim köy evine taşınacağım. Bu bir tehdit mi? Evet, öyle! Ayağını denk al İstanbul! Seni terketmeme ramak kaldı. Lilo'mu alıp zamanın daha yavaş aktığı bir coğrafyaya taşınacağım. Yazıyı okuyanlara Skin'den gelsin, Kill Everything, Movie Version... There's no point in being careful, i'll burn bridges anyway...

5/01/2011

Make Your Own Kind of Music!

Lykus River, 4214 no’lu oda. Bir arkadaşım hayatının zor bir dönemindeyken bir otel odasında sabaha kadar kendisiyle hesaplaştığından bahsetmişti. Oda numarasını unutmuyordu. Ben de buraya, 4214 no’lu odaya hayatımda canımı acıtan ne varsa gömmek istiyorum. Son günlerin yorgunluğuna ve moralsizliğine bir de hastalık eklendi. Sabahtan beri ateşim düşmüyor. Dayak yemiş gibiyim. Uykusuz, yorgun ve hastayım ama vücudumda ağrımayan bir yer olmadığından uyumakta da zorluk çekiyorum. Bu yazıya uygun bir fon müziği aradım. Muse’da karar kıldım. Muscle Museum, akustik versiyonu. … But you still want to spoil it… To prove I've made a big mistake… Birkaç kez akustik versiyonu dinledikten sonra normal versiyona dönebilirim. And I don't want you to adore me…Don't want you to ignore me… When it pleases you… Kaan bu şarkıyı dinlememle hep dalga geçerdi. Tuhaf bir şarkı dinleme alışkanlığın var diyordu! Bir şarkıya kafayı takınca sadece o şarkıyı dinliyorsun! Evet, Muscle Museum olayını biraz abartmış olabilirim. Bir aralar beynime bir çip taktırsam da bir düğmeye falan basınca kafamın içinde yine çalamaya başlasa diye düşünüyordum. Neyse normale döndüm. Haftada birkaç kez dinliyorum yalnızca. Ha bir de telefonum da Muscle Museum şeklinde çalıyor ama o sayılmaz çünkü genelde sessizde duruyor turdayım diye. Bir ara da Hoobastank, The First Of Me dinliyordum düzenli olarak günce üç öğün. Neyse ki araba kullanırken dinlemedim hiç! The First Of Me bu! Hız sınırı falan boş verdirebilir insana. You were born to lead the way and be the first of you! I am not the next of them, I am the first of me! Bu kadar gaz bir şarkı duymadım hayatımda. Depresyona, özgüven eksikliğine bire bir. Ama doğru dürüst bir şeyler yazmak istiyorsam bir numaralı seçimim Into the Wild Soundtack’tir. Society’yle başlanır hep. No Ceiling ve Rise ile devap edilir.



Nerden geldim buralara. En son 4214 no’lu odaya neler gömeceğimi düşünüyordum. Ama ateşim hala düşmüyor ve sanırım ateşten saçmalamaya başladım. Babam aradı az önce. Benden çıktığı şüpheli gibi görünen hasta sesimi duyunca doktor çağır hemen dedi. Tuhaf geldi. Herkes benim için endişelenmeye başlayalı beri babam bile benim sağlığımla ilgilenir oldu! Her hastalandığımda olduğu gibi annemi arayıp ağlayıp sızlamak istedim. Aradım. Annem daha telefonu bile açmamıştı ve benim gözlerim nemlenmeye başlamıştı bile! Bilimsel bir araştırmaya göre çocuklar annelerinin yanında hastalık ve huysuzluklarını abartma eğiliminde oluyorlarmış. Demek ki kapris değil, bilimsel gerçek! Ben de arkama koskoca bilimi alarak ne kadar hasta olduğumu anlatıp onu üzmek için annemi aradım! Ama telefonu öyle telaşlı açtı ki, kim bilir ne için koşturuyordu yine! Ben de bu sefer acımasız olamadım. Hastalıktan bir acayip çıkan sesimi normalleştirmeye çalışarak havadan sudan konuştum. Peki ya hastayım diye kimi arayıp üzeyim diye düşünürken aklıma küçük kardeş Hümeyra’cık geldi. Bu günlerde onu belki az endişelendirmişimdir diye düşünerek arayıp ne kadar hasta olduğumu anlattım. Biraz rahatladım.



Arka planda Eddie Vedder, Rise çalmaya başladı. Tuhaftır hep başka şarkılar dinleyerek başlıyorum yazmaya ama bu şarkıda takılıp devam ediyorum. Bunca zamandır üç bin kez dinlediğim şarkının sözlerine de nasıl olmuş da hiç dikkat etmemişim anlamadım. Gonna rise up... Burning back holes in dark memories... Gonna rise up... Turning mistakes into gold...



Peki ya neyi arkamda bırakacağım 4214 no’lu odaya gömerek? Neyin hesaplaşmasını yapacağım? Bir süre durup dinlenmeliyim belki de. Kendimden hesaplaşmalar beklemek biraz acımasızca olmuyor mu? Zaten hastayım ben! Ateşim gitgide artıyor. Ateşim arttıkça da saçmalama olasılığım artıyor. Öyleyse 4214 no’lu odaya kendime olan acımasızlığımı gömüp yarın sabah kapıyı çekip çıkmalıyım bu odadan. Kendimi beğenmişliğimi de bırakmalıyım burda. Dünyada herkes hata yapabilir ama bir tek ben mi yapamam? Hadi canım sen de, diyerek kapıyı bu düşüncenin üstüne örtmeliyim yarın sabah. Yeni hayatımda istemediğim bazı insanların da yüzüne çarpmalıyım kapıyı. Ama onu beceremem sanırım, dürüst olmalıyım en azından! Kin tutmayı ne zaman becerebildim ki ben! Asla affedemem dediklerimi bile affetmem milisaniyenin onda biri kadar sürüyor! Yine de 4214 no’lu odanın kapısının ardında bırakmam gereken bir iki isim var aklımda.



Şimdi de Pearl Jam, Footsteps çalıyor arka planda. Bu şarkıyı bir kereden fazla dinlersem intihar eğilimi gösterebilirim. I did what i had to do... If there was a reason, it was you... I got scratches, all over my arms… One for each day, since I fell apart… I did, what I had to do… If there was a reason, it was you...



Artık uyumak gerek. Anlaşılan ben beceremeyeceğim şu iç hesaplaşmasını. Belki de bu oda insanın kendisiyle hesaplaşması için fazla yeşil! Ya da aşağıdaki hamam ve aromatik yağ masajlı spa sefasından sonra kendime acımaya konsantre olamıyorum! Yarın turun son günü. Kuşadası’ndayım. Belki oradaki otelde şöyle iyice kasvetli bir oda verirler de ben de şöyle doya doya kendime acıyıp hüngür sümük ağlayarak hasta ve ateşler içinde ıstırap çekerim! Ama bugün mutsuz olmaya ve geçmişe hayıflanıp, keşke şöyle olsaydı demeye halim yok. Öyleyse unutulmaz Lost Soundtrack’tan gelsin, Petula Clark’tan Downtown… When you're alone and life is making you lonely you can always go downtown… Kesmezse Lost’dan devam edip, üzerine bir de Make Your Kind of Music patlatırsam iç hesaplaşma falan tarih olmuş demektir! You gotta make your own kind of music... sing your own special song… Make your own kind of music even if nobody else sings along…



Nokta!