Şevin'in KIŞ BAHÇESİ

Gökten onca kar tanesi düşer, hiçbiri bir diğerine değmezmiş.



9/24/2010

Higgs Bozonu


Belki sana yazarım, uğradığım bir şehirden… Renkli bir kart atarım Mekke ya da Kudüs’ten… Yedinci kez aynı şarkıyı dinliyorum. Bilgisayarımda yalnızca beş tane şarkı yüklü olduğunun farkında değildim. Bunun dışındaki şarkılar da ruh halime uymuyor bu gece. Kuşadası’nda musluğundan deniz suyu akan bir otel odasında yalnızım. Into the Wild Soundtrack olsaydı sabaha kadar dinleseydim diye hayıflanıp duruyorum. Ama tek bir şarkı dinleyebiliyorum ne hikmetse. Dünya döner hep bir yana… Biraz gürültülü geldiği için, sessizliği bastırsın diye tekrar tekrar aynı şarkıyı dinliyorum.

Otel yemeği denen şeyden nefret ettiğim için limana indim. Azıcık hüzünlendim yalnızım diye. Ama tatlı bir hüzün. Aslında keyfim yerinde çünkü. Hüzünlenmeye halim yok bu aralar. Düşünüp düşünüp mutsuz olacak sebep bulamıyorum. Alçakgönüllü bir mutluluk. Anneannemin gülümsemesi gibi. Geçenlerde gördüğüm bir rüyaya takılıp duruyor aklım. Kalabalık bir grubun arkasından bana gülümsüyor anneannem. İçimdeki bütün endişe eriyip gidiyor. Her zamanki gibi sakin, huzurlu gülümsüyor. Huzuru bulaşıcı… Sonra bir başka gülümseme beliriyor yanında. Daha belirgin bir gülümseme. Daha neşeli; Zehra Teyzem tabii ki… Küçükken anneme sorardım, en çok hangi teyzemi seviyor diye. Hepsini derdi, hepsini çok seviyorum ama… Zehra Teyzenin yeri başka. Neden derdim çocuk merakıyla. Zehra Teyzen çok acı çekti, derdi annem… Acı çekmek bir insanın diğerlerinden daha çok parıldamasını mı sağlar? Kaç çocuğu ölmüş Zehra Teyzemin diye sorardım anneme. Düşünürdü, her seferinde de şaşırırdı sayarken. Bir, iki, üç, dört.. ne bileyim, bir sürü çocuğu öldü! Kucağında yeni doğmuş ve zamansız ölmüş bebeğiyle, yollar kardan kapandığı için yürüyerek köye döndüğünü anlatırdı. Belki bu hikâyeyi ben uydurmuşumdur. Zehra Teyzemle ilgili bir sürü hüzünlü hikâyeye çocuk hayagücümle katkıda bulunmuş olabilirim. Ama yine de kucağında ölü bir bebekle kardan kapanmış, buz tutmuş yollarda yürümeye çalışan bir kadın görüntüsü gözümün önünden gitmiyor. Bu konudaki çocukluk anılarıma ne kadar itibar edebilirim bilmem. Bir ara bunu Ayşe Teyzeme sormak gerek… Şarkı bir kez daha başa döndü, belki onuncu kez. Dünya döner bir gün daha…

Kızım olursa günün birinde adını Zehra koymaya karar vermiştim. Ama vazgeçtim son zamanlarda. Gizemli aile sisteminde çocukların geçmiş acılardan ne çok etkilendiğini öğreneli beri, vazgeçtim. Annemin, ismi Emine olan anneannesinin kaderiyle özdeşleşmesi gibi. Aile dediğimiz tam bir network ağı. Hepimiz görünmez ağlarla birbirimize bağlıyız. Yıllardır görmediğim kuzenimin ben acı çekerken beni rüyasında görmesi de bu yüzden. Acılar, korkular, trajediler, kavgalar, haksızlıklar çözülmediği takdirde gelecek kuşaklara aktarılıyor. Çocuk hep ebeveynin acılarını eşitlemeye çalışırmış. Geçmişte çözülmeyenler bugün gelip bizim omzumuza yükleniyor. Ailemizin çektiği acıları yüklenince ebeveynimizden daha çok sevgi göreceğimizi sanarmışız safça. Ailede acı çeken birilerinin acılarını devralıp, unutulan ya da dışlanan birisinin kaderiyle özdeşleşen ve bir türlü huzuru bulamayan bir sürü insan var. Kendi hayatını yaşamaya gücü yetmeyen bir sürü zavallı insancık. Kimin acısını çektiğini bile bilmeden acı çeken bir sürü yolunu şaşırmış ruh. Bir jenerasyonda çözülmeyen sorun, bir sonraki jenerasyona aktarılıyor. Aşk acısı mı çekiyorsun? Dikkat et. Çocuğun ya da torunun günün birinde sebebini bile açıklayamadan aşk acısı çekmeye eğilimli olabilir... Şarkı bitince hava ağırlaşıyor hemen. O zaman bir kez daha; belki sana yazarım, uğradığım bir şehirden…

Şöyle bir teorim var.

Aynı seride üretilmiş bir grup makine aileyi oluşturuyor. Benzer özellikleri var. Her bir makinenin yaşadıkları, acıları, hayalleri, travmaları, kavgaları, aşkları, korkuları, hevesleri bir nevi kablosuz internet ağı aracılığıyla aynı serideki diğer makinelere aktarılıyor. Diğer bir değişle, tüm bu yaşanmışlıklar, yeni sürümler tarafından download ediliyor. Yeni sürümlerin, yani yeni bireylerin tüm bu travma, korkularla nasıl baş edebildiğine bakılıyor. Baş edemezlerse, her sürümde yüklü olan bir nevi Norton virüs programı devreye girmiyor demektir. Öyleyse bu ürünü mükemmelleştirmek için yeni yazılımlar ve programlar üzerinde çalışmak gerektiği ortaya çıkıyor. Darbelerle baş edemeyen sürümler yürürlükten kaldırılıyor. Yeni sürümler, yani bebekler piyasaya sürülüyor. Bullet proof zihinler yaratma peşinde döngü devam ediyor. En önemli nokta döngüyü bozmayı başarabilen sürümler elde etmek. Ailenin travmalarından en az etkilenen, aslında aile ağına değil de yaşamın kendisine ait olduğunu sezen sürümler yaratmak… Peki bu döngünün amacı ne? Dedim ya, en kusursuz ve aile network’ündeki travmalardan en az etkilenen makineleri, yani bireyleri yaratmak. Bir nevi üst insan. Peki neden? Ne amaçla? İşte burası en büyük sır. Çok büyük ihtimalle Cern’de yanıtı bulunacak olan sır işte bu… Tüm bu oyunun amacı ne peki? Oyunun amacı, oyunun amacını bulmak! Oynamaya cesaretin varsa!… Şarkı bir kez daha dönsün öyleyse: Dünya döner tek bir yana, doğsun diye gün bir daha. Ben de döndüm tekrar sana, sönmek için yana yana…

9/15/2010

İyi ki doğdum!




Yılın en can sıkıcı günü. Doğumgünüm. Kendimi en fazla eleştirdiğim, kendime karşı en acımasız olduğum güne bir saat var. Bu sefer bir değişiklik yapıp bir gün önceden başladım. Yorulana kadar kendimle kavga ettim. Sanki iki kişiyim. Bir tanesi diğerine düşman. Hep diğerine çelme takma peşinde. Bir de arkasına geçip sanki, "gördün mü bak, yine nasıl zor durumda bıraktım seni" der gibi sırıtıyor acımadan. Bu acımasız öbür yanım arkama geçip fısıldıyor: O yeni kitap çevirisini sen almak istememiştin ama ben sırf seni zor durumda bıramak için aldım! Çevirmek için zamanın olmayacağını ben biliyordum ama yine de ikna ettim seni. Neden mi? Seni zor durumda bırakmak için! ... Sanki içimde bana bunları söyleyen diğer bir yanım var. Üstelik her şeyi yapmama engel olan yanım da işte bu acımasız tarafım. Neler yapmam gerekiyordu bugün! Sabah yürüyüş yapacaktım. Sonra evle ilgilenecektim. Yemek yapacaktım. Bir sürü ütü yapılacaktı. Lilo'yu veterinere götürecektim. Akşam Buket'le kürek çekmeye gidecektim. Şu Katalan dergisi için istedikleri makaleyi yazmaya başlayacaktım. Yanıtlanmamış elektronik postaları gözden geçirecektim. Kitap okuyacaktım. En sevdiğim televizyon programının tekrarı vardı, yine kaçırdım. Giymediğim kıyafetleri ayırıp, bir yerlere gönderecektim. En önemlisi, oturup çeviri yapacaktım. Sonuç? Sıfır. Peki ne yaptım bugün ben? Bilmiyorum. Günlerin nasıl böyle uçup gittiğini anlamıyorum. Daha doğrusu, yapmam gereken şeylerin hiç birini yapmadan, günlerin böyle çarçabuk uçuk gitmesine nasıl izin verdiğimi anlamıyorum. Her günün sonunda yapmam gereken şeyler tortop bir yumak haline geliyor ve bu sorumluluk yumağı başımın üstüne çöreklenip beni aşağı doğru itiyor. Boyun fıtığı olmam da bu yüzden... Akşam olunca bünyemde tuhaf bir sinirlilik hali oluştu. Önce Lilo'ya kızdım sonra da Kaan'a huysuzlandım. Lilo'nun patilerindeki yaralara baticon almak için nöbetçi eczane aradık. Eczane bulamadık, daha çok sinirlendim. "Bir şeye mı kızdın", dedi Kaan. Bilmiyorum, dedim. Kızıp kızmadığımı bilmiyorum diye daha da çok sinirlendim. Sonra durdum durdum, yine sinirlendim. Bir türlü anlayamadım sinirimin sebebini, sonra durup düşününce yine bir sonraki güne ertelediğim sorumluluk baloncuğunun ruhuma baskı yapmakta olduğunu fark ettim. O zaman içimdeki o acımasız tarafım arkama geçip yine başladı söylenmeye. Bugün de tek bir sayfa bile çeviremedin değil mi! ...
İnsan hayatını nereye kadar erteleyebilir? Yarın otuz iki yaşına basıyorum. Aslında öyle memnunum ki bu yaşlarda olmaktan. Hayatımda ilk defa aklım başımda. Prenses öldüğünden beri de eskisi kadar kötü değil erteleme hastalığım. Arada bir, bugün gibi bazı günlerde nüksediyor ama genelde sorumluluk yumağını eskisine oranla daha iyi taşıyorum. Haydi itiraf edeyim, çok daha huzurluyum son zamanlarda. En iyisi bugün hisettiğim şu
günleri boş geçirme ve erteleme korkusunu yine kronik hale getirmemek. Şu acımasız diğer yarımı da sevindirmeyeyim boşu boşuna. Günü boş mu geçirdim? Peki o zaman, geceyi değenlendiririm. Biraz az uyurum bu akşam ve çeviriye kaldığım yerden devam ederim. Bugün çevireceğim bölüm bana doğumgünü hediyesi olsun. Hem o kadar da boş geçirmedim ki ben bugünü! Lilo'yu gezdirdim, Belgin'le güzel bir kahve içtik; Lara'nın bir milyon sorusundan bir kaç tanesine cevap verdim; Ayşegül geldi, bahçede başımız dönene kadar salıncakta sallandık; Lilo'yla Nancy'nin bahçede koşturmasını seyrettik; harika bir fırında makarna yaptık; Ayşegül bana stumble upon denen sitenin nasıl çalıştığını gösterdi, kendimi hala sms bile okuyamayan annem gibi hissedip eğlendim.
Daha ne olsun? İçimdeki diğer yanım hala söyleniyor: Yetmez, yetmez! En az on sayfa çeviri yapıp, yeni yıkanmış gömlekleri ütüleyecektin! Sen bir susar mısın?! Hüzünle oturup geçen güne hayıflanmak bana mı kalmış! ... Ne demişler, evren sana dikenler gönderiyorsa üzülme, yakında güller gönderecek demektir. Küçük bir kızın bünyesi için fazla dikenli bir çocukluk ve gençlik geçirdiğime göre ... burnuma gül kokuları geliyor sanki! Bu anlamsız ve çocukça yazıyı burda sonlandırıp kitabıma dönüyorum. Hayata dönüyorum. Doğumgünüm kutlu olsun. İyi ki doğmuşum!

9/06/2010

U2 Konseri Öncesi Yapılacaklar Listesi


Büyük gün; 6 Ekim 2010


To do list:


Bütün gün istisnasız U2 dinle.

YouTube hala yasaklı olduğundan, ktunnel üzerinden youtube giriş yap ve canlı U2 performansları seyret.

Unuttuğun eski U2 şarkılarını hatırlanmaya çalış. (Ör:Mothers of the disappeared, Bullet the blue sky, One tree hill; you run like the riveeeer to the sea diye devam eden şarkı.)

İlk dinlediğin U2 şarkısını hatırla. (In the name love olabilir mi?)

İlk aldığın U2 albümünü hala saklıyor musun, ara bul. (Achtung Baby miydi, Joshua Tree mi, Rattle and Hum mı, Sidar'a sor, o bilir)

İlk dinlediğinde seni en çok etkileyen U2 şarkısı hangisiydi, düşün. (Mothers of the disappeared olabilir mi? Hem yağmur sesleriyle başlar, bayılırım yağmura!)

Kalbini en çok acıtan U2 şarkısı hangisi, düşün. (With or without you çok klasik bir yanıt olur, So Cruel'dan yana oyumu kullanıyorum. Peki, Ground beneeth her feet, ne olacak? O şarkı kalp acıtan değil, intihara sürükleyen şarkılar listesinde bir numara olabilir, bir kaç level üstte olduğundan şimdilik saymıyoruz.)

U2'nun yaptığı en iyi film şarkısını araştır. (Hold me, thrill me, kiss me, kill me, yani Batman için yaptıkları acaip ötesi çılgın şarkı derim. Million Dollar Hotel için yapılan şarkılar sayılmaz!)

Her daim ilk akla gelen U2 şarkılarını bul. (Still haven't founf what i'm looking for, With or without you, Desire, Pride-In the name of love, One ve bütün Joshua Tree şarkıları olsa gerek)

Bütün gün her ne yaparsan yap, arka planda U2 olsun.

Akşam konserde 25 şarkı söyleyeceklermiş, hangileri olabilir, tahmin etmeye çalış.

Bundan sonra boğaz turlarından köprüden geçerken, burdan yürüyerek geçmek yasak ama Bono, The Edge, Adam Clayton ve Larry Mullen yürümüştü diye anlat.

Hiç duymadığın U2 şarkısı var mı araştır. (White as snow, Stand up comedy ve çok geç keşfettiğim Vertigo gibi)

U2 ve Pearl Jam birlikte Keep On Rocking in the Free World söylemişler, hemen bul, en az üç kez üst üste dinle.

Aklın hemen Pearl Jam'e kaymasın, bugün U2 günü. Bruce Springsteen'le de düet yapmışlar, hem de I still haven't found what i'm looking for söylemişler. Bir kaç kez dinle. (Bono giriş yapıyor, I still haven't found what i'm looking for dedikten sonra, I'm looking for the Boss diyor! Boss arkada The Edge'le gitar çalıyor, Bono kızıyor, Bruucee?? Gel buraya da şarkıyı söyle der gibi mikrofonu gösteriyor. Ondan sonra Bruce Springsteen çıkıyor devam ediyor; I believe in the kingdom come, then all the colors will bleed into one, well yes i'm still running... but I still haven't founf what i'm looking for...)

Bir de U2, Sting, Bruce Spreensteen The River'ı söylemişler ki, ona hiç bulaşma, sonu yok. Achtung Baby dinlemeye geri dön.

Düet demişken, Wanderer'ı unutma. (I went with nothing, nothing but the thought of you, gibi sözleri olan şarkıyı nasıl unuturum!)

You're an accident waiting to happen, hangi şarkıda geçiyordu, bul. (Who's gonna ride your wide horses olsa gerek, Sidar'a sor. Evet, evet o şarkıydı, You're dangerous, because you don't know what you want. Live versiyonunu bul, dinle.)

Arka arkaya Mysterious Ways, Fly ve Until the End of the Word dinleyip de hala durağan kalabilir misin, bir bak bakalım. Olmazsa üstüne bir de Hold me, thrill me, kiss me, kill me dinle. Sesini iyice aç. Sesi kısmadan bir de In the Name of Love dinle, dışarı çıkıp koşma isteğini bastırabiliyor musun, bir bak.

Desire'ın klibini ilk seyrettiğinde ortaokulda mıydın gerçekten, bir düşün.

Şimdi biraz ara ver, Lilo'yu dışarı çıkar. Sonra eve dönüp Kite'ın live versiyonunu dinle. (Bono şöyle diyor şarkıya başlamadan önce: This is a song about letting go of somebody, you don't want to let go of. Could be a lover, could be a father, could be a child, could be a friend...this is Kite!... Ve şarkı başlar; Something is about to give... Who's to say where the wind will take you. Who's to say what it is will break you. I don't know which way the wind will blow. Who's to know when the time has come around....)

Eskilere geç sonra. October dinlemeyi unutma.

En acaip U2 şarkısı Numb mıdır, bir sor eşe dosta. (Too much is not enough...)

U2'nun en güzel aşk şarkısı hangisi olabilir, bir düşün. Million dollar hotel soundtrack içindeki bütün şarkılar olabilir mi, kafa yor. (The ground beneeth your feet ve Never let me go, nasıl bir kafayla yazılmıştır!)

Kapanışı ruh haline göre So Cruel ile ya da Mysterious Ways ile yap. Giyin, hazırlan, U2 konserine git.