Şevin'in KIŞ BAHÇESİ

Gökten onca kar tanesi düşer, hiçbiri bir diğerine değmezmiş.



3/14/2012

Erik Ağacı

Büyüdüğüm köy evinin bahçesinde kocaman bir erik ağacı vardı. O zamanlar en sevdiğim oyun, ağacın dallarına tırmanmaktı. Ağaç bana o kadar büyük geliyordu ki, her seferinde yeni bir dal keşfedebilirim sanıyordum. Sanki o dallar kimsenin bilmediği, yalnızca bana ait bir masal ülkesine açılan gizli yollardı. Her bir dal, bir başka kocaman ağaçtı benim için. Ağaca her tırmandığımda yeni bir dal bulacağıma, her seferinde daha yükseğe çıkabileceğime dair inancım sonsuzdu. Benim yarattığım yeryüzü ve bana ait bir cennet arasında gizli bir geçitti. Dünyanın merkeziydi. Çocukluğuma dair hatırlamaya değer ne varsa, o ağacın dallarındaydı hepsi. Çocukluğumun kendisiydi. Erik ağacı olmasa çocukluğum zeminsiz, merkezsiz kalırdı. Ağaçta, farklı dünyalara açılan kapıların yanı sıra farklı zamanlara da açılan gizli geçitler vardı. Aslında zamansızdı ağaç. Hem her zamanı içinde barındıyor hem de zamanın dışında duruyordu. Zamandan muaftı. Her insanın çocukluğu gibi.

Çocukluk bizi acımasızca ve sinsice terkettiğinde başımıza tuhaf bir şey gelir. Etrafımızdaki her şeyin küçüldüğüne tanıklık ederiz. Büyüdüğün ev küçülmüştür. Bahçesi ve içindeki ağaçlar da. Benim koca erik ağacının başına da aynı şey geldi. Uzaklaşan çocukluk anıları gibi uzaklaşıp küçüldü. Ağacın hemen dibindeydim ama ona taa uzaklardan bakar gibiydim. Minicik oldu gitgide. Her gördüğümde biraz daha küçüldü. Öyle ki günün birinde bütün dallarını kesip gövdesi üzerine bir masa oturttuklarını gördüm. Artık bir masanın ayağıydı yalnızca. Çocukluğumun masal dünyasına açılan kapı hazin bir sonla kapanmıştı böylece. Artık bir zamanlar o bahçeye ait olduğumu kanıtlayacak hiçbir şey kalmadı. Ağaçla birlikte hepsi gitti. Ama bunu kabullenmek öyle kolay olmadı benim için. Hep gözüm arkada, ait olmam gerektiğini düşündüğüm o ağacı aradım. Onu yine aynı bahçede bulurum sanıyordum. Anneannemin huzurlu evinin bahçesinde. Ama insanlarla birlikte ağaçlar, bahçeler da ölür. Bahçe aynı bahçe değilmiş ama ben bunu görmeyi yıllarca reddettim. Büyümeyi reddettim. Bir zamanların görkemli, yemyeşil, huzur veren erik ağacının, çirkin bir masanın altlığı haline geldiğini görünce anladım ki, artık kaldığım yerden yola devam etme vakti gelmiş de geçiyormuş. Ağacı ve dallarındaki bin bir kapıyı çocukluğumda bırakıp ileri doğru devam etme vakti. Daha büyük bir ağaca çıkmaya cesaret etme vakti. Ben yalnızca çocukluğuma, anneannemin bahçesine, o kocaman ama sonra küçücük olan erik ağacına ait değilmişim meğer. Her anında sonsuz kapı olan, sonsuz olasılıklardan dallarla dolu başka bir ağaca, yaşamın kendisine aitmişim. Şimdi bana düşen, aynı çocukluğumdaki güvenle, her seferinde yeni bir dala tırmanabileceğime ve her seferinde daha yukarıya çıkabileceğime koşulsuzca inanarak ilerlemek.

İzmir'deki evimin küçük bahçesinde daha ağaç bile sayılmayacak gencecik bir erik ağacı var. Burnumun dibinde duruyormuş onca zamandır da ben dikkat etmemişim. Yaşlı bir teyze geçiyordu dün kapının önünden.
"Bak kızım" dedi. "Bu erik havaya aldanmış da çiçek açmaya başlamış."
"Erik ağacı mı?" dedim. "Bahçemde erik ağacı mı var?"
Tam kapının dibinde, fidanla ağaç arası bir şey. Bir de güneşe aldanıp çiçeklenmeye başlamış. Teyzenin verdiği bilgiyi büyük bir mucize gibi karşıladım. Çocukluğumun kocaman erik ağacın bana selam göndermişti sanki. Yüzümdeki gülümsemeyi gizleyemedim uzun süre. Çocukken hep hissettiğimiz, aslında anı yaşamaktan gelen, herşeyin mucize gibi olduğu hissi vardır ya. İşte yine öyle hissediyorum. Çocukken gördüğünü şimdi görmüyorsan demek ki suç yaşamda değil, sende. Burnunun ucundaki erik ağacını görmeyip hep eski bahçelerdeyse gözün, yaşlanmışsın ama büyüyememişsin. Hayat vermeye devam ediyor, alabilmek için yalnızca daha iyi gören bir çift göze ihtiyacın var. Daha iyi görmek için ise, gitmek istediğin yöne bakmaya. Motosiklet kullanmak için kursa gitmiştim bir ara. İlk derste eğitmen şöyle dedi,
"Unutma! Motor her zaman senin baktığın yöne gider, ileriye doğru bak. Yere bakarsan, düşersin!"

Tökezleyip durmamız hep bu yüzden. Öyleyse, ileriye hep daha ileriye...

12/09/2011

All of this has happened before and will happen again.

Diyelim ki uzun bir yoldan geldin. Koştun, koştun, biraz daha koştun. Yorulmak nedir bilmedin. Yorulsan da dinlenmedin. Yolun ortalarında olmalıyım artık diye düşünürken tuhaf bir şey fark ettin. Yol hep kendini tekrar ediyor. Başı, sonu yok. Yalnızca tekrarlar var. Durup, dinlenip geriye bakmak ve kendini yaşamın içinde konumlandırmak, yaptıklarına bir anlam verebilmek istedin ama yapamadın. Çünkü geriye bakmak ve ileriye bakmak arasında fark göremedin. İşte o zaman tekrarları fark ettin. Yaşam, sürekli tekrarlanan bir şarkı nakaratı gibi kendini yineleyip duruyor. Yalnızca geçmişi değil, geleceği de taklit ediyor. Geleceği de hatırlayabilirsin, biliyor musun? Sana şekil veren yalnızca geçmiş değil. Gelecekten de kokular geliyor burnuna. Ama duymaya hazır mısın?

Yolculuk boyunca herkes kadar yorulmuş olmalısın. Herkes gibi büyük umutlarla başladın koşmaya. Daha hızlı koşabileceğini düşündün hep, herkes gibi. Hayal kırıklıkların oldu sonra. Daha hızlı koşarsan daha çok mutluluk daha az hayal kırıklığı olur sandın. Sonra bir baktın ki yaşam sana hep benzer mutluluklar, benzer huzursuzluklar, benzer korkular getirip duruyor. Olduğun yerde, şimdiki zamanda ne varsa, geçmiş ve geleceğin sana sunduğu da farklı değil. Ama hep inatla şimdiki andaki mutluluğa tanıklık etmektense geçmişteki mutlulukları özledin. Geçmiş mutluluklar içini burktukça da gelecekteki mutlulukları özlemeye giriştin. İnsan geleceği de özler bazen. Yol önünde açılıyor ama sen dikiz aynasından geriye bakınca geçtiğin yolu görüyorsun. Aynada senden hızla uzaklaşan görüntü ve önünde hızla açılan görüntü aynı. Tam ortadasın. Şu anda. Peki, tam ortada, şu anın tam içinde olmak neden bu kadar zor? Çünkü önünde açılan görüntü ile arkanda senden kaçıverip geriye doğru akan görüntü çok ama çok göz alıcı ve oyalayıcı. Kendini tam durduğun yerde konumlandırmana engel oluyor. Aklını karıştırıyor.

“Su bölümü çizgisi” nedir bilir misin? Akarsu havzasını ikiye ayıran doğal sınır! Yani? Su bölümü çizgisinin her iki yanında düşen yağmur suları ayrı yönlere doğru akar. Geçmiş ve gelecek de aynı iki ayrı yöne akan nehir gibi. Senin durduğun yer su bölümü çizgisi öyleyse. Durduğun yer “şimdiki zaman”. İleriye ya da geriye, su bölümü çizgisinin her iki yönüne doğru akan sular hep kendini tekrar edip duruyor. Ne kadar hızlı koşarsan koş, önünde akan nehir arkana doğru akan nehirden çok farklı olmayacak. Sana kalan da su bölüm çizgisinden sakince etrafı seyretmek. O kısacık gibi görünen anda neler var bir bilsen! Hem geçmiş, hem gelecek, hem sonsuzluk var. Hepsi “şu anda”. Ancak yeterince yavaşladığında, yeterince sessiz olduğunda duyabileceğin bir sonsuzluk. Yola hangi kaygıyla çıktıysan, o kaygıyla, hatta o kaygıyı katlayarak bitireceksin. Bavulunda ne varsa, aynı yükle bitecek yolculuğun. Hep aynı kaygıyı tekrar ettirecek sana yaşam. Yalnızca kendi kaygın bile değil bahsettiğim. Annenin, babanın, anneannenin, dedenin kaygıları da var arkanda. Onları da tekrarlatacak sana yaşam. Ama bu tuzağa düşmeyebilirsin. Unutma, su bölümü çizgisi dağların en yüksek kesimlerinden geçer. Yüksektesin. Manzaranın en güzel olduğu yerde. Tadını çıkar gitsin.

10/20/2011

Black.


Bizde de Amerikan filmlerindeki gibi cenaze törenleri düzenlenip ölenlerin arkasından konuşmalar yapılsa. Arka planda da biraz da müzik çalsa. Benim için tercihen Pearl Jam’den Black. Konuşmalar yapılırken müzik belli belirsiz duyulsa. Ama tam cenaze kaldırılıp toprağa verilirken, sanki gökyüzünden gelir gibi yüksek sesle çalmaya başlasa. “Çok çekti zavallı” tadında konuşmalar yapılsa. Bir de yaramaz köpeği vardı, Lilo! Lilo’nun benden sonra yalnız kalmasına dayanamam. Lilo güzel bir hayat geçirip artık yaşlılıktan ve hiç acı çekmeden öldükten sonra artık ben de huzurla vazgeçebilirim bu hayattan.
Son nefesimi vermeden önce de, “ne süratliydi ama”… derdim. “Artık huzurla dinlenebilirim”. Lilo’yla yeniden buluşmak ve onun bayıldığı gibi her tarafın kozalaklarla dolu olduğu kırlarda yaşayacağım yeni hayatıma gözlerimi açmak için, bana zorluklar çıkarıp duran bu tuhaf hayata elveda diyebilirdim. Anneannemle buluşup ona Lilo’yu tanıştırırdım. Kaç kez rüyamda yaptığım gibi ona doyasıya sarılırdım. Sonra Zehra teyzeme koşardım. Bana yine asma yaprağından börekler hazırlamış, küçük bir köy evinde soba başında bekliyor bulurdum onu. Artık zamanın bu deli şehirdeki baş döndüren bir hızla akmayacağı bu yemyeşil köyde ben de küçük bir evde yaşamaya başlardım. Fazla ihtiyacım olmazdı. Lilo’yla uzun yürüyüşler yapardık. O kozalak kemirirdi ben de ben de çimlere uzanıp yavaş akan zamanın rüzgârın esintisi gibi üzerimden akıp gitmesini hissetmeye çalışırdım. Hava çok sıcak olmazdı. Küçük evlerimizde küçük sobalar yakıp, geceleri soba başında toplanıp hikayeler anlatabilirdik. Bazen dünyada geçirdiğimiz hayatı anımsardık. Ama ben pek istemezdim bunu yapmayı. Düşünüp düşünüp bana huzur verecek, küçük evdeki küçük soba gibi içimi ısıtacak bir tarafını hatırlayamazdım dünyevi hayatın. İyi ki erkenden geldim buraya, diye düşünürdüm. Bu yeni dünyada dinler ya da ırklar olmazdı. Kimse birbirinden öteki diye bahsedemezdi. Borges’in hikayelerinden birindeki gibi farklı diller de olmazdı bu dünyada. Zaten konuşmaya gerek de duyulmazdı. Birisi çok konuşmaya kalkarsa Andre Gide’nin sözlerini hatırlardı hemen; konuşma yeteneği insana düşüncesini gizlesin diye verilmiştir! İnsanlar da bu dünyada köpekler ve kediler gibi bakışları ve enerjileriyle konuşurlardı. Böylece hiç iletişim sorunu yaşanmazdı. Ağaçların söylediklerini duymak için saygıyla sessiz durulurdu bu dünyada.
Cenaze törenimde arkamdan neler söylendiğini ben hiç merak etmezdim. Önemi olmazdı. Belki birkaç meraklı insan aralarında sorup dururlardı, nereye koşturuyordu bu? Neden hep acelesi vardı? Bir şeye mi yetişiyordu, bir şeyden mi kaçıyordu acaba? Doğru cevabı aslında ben de bilmezdim. Ama artık sorularla ve cevaplarla hiç ilgilenmediğim kozalak dolu kırlarda zamanın yıkıcı etkisinden uzak yaşayıp giderdim. Günün birinde annem de gelirdi yanıma. Aklı tamamen başında olarak. Ablamın ve benim doğum günümüzü unutmazdı artık. Aslında doğum günlerinin önemi de olmazdı. Onun için annem hatırlamıyor diye kimse üzülmezdi. Onun mutlu görünmesi yeterdi herkese. Anneannem sarılırdı anneme, annemin hiçbir şeyi kalmazdı. Annemin, anneannemin mezarı başında durup da "bu kimin mezarı" diye sorduğunu unuturduk hemen. Babasının mezarı başında çocuk gibi ağladığını da hiç hatırlamazdık. Çünkü acıdan sarhoş olunmazdı bu yeni dünyada. Sakin bir huzur hissedilirdi ağaçlar konuşurken. Biz de köpekler gibi heyecanlanırdık yeni bir kozalak görünce. Daha çok koku duyardık. Çimler daha yeşil, bulutlar beyaz ve turuncu olurdu. Bulutlar bazen yere inip bizi gökyüzünde gezintiye çıkarırdı. Küçük evlerimize tepeden bakıp mutluluk duyardık. Dicle’ye rastlardım bir yerlerde. Gülümseyerek, “artık acı yok” derdi bana. Rüyamda gördüğüm, o gitti diye ne yapacağını bilmeden sağa sola koşturan köpekleri de yanında olurdu. Lilo’yla arkadaş olup kozalak peşinde koştururlardı birlikte.
Daha çok müzik olurdu. Daha çok renk. Ben daha çok okurdum.
Balkonumdaki kumrular beni yalnız bırakmaz, yeni dünyada da evimin bahçesinde ağaçların üstünden bana bakarlardı. Karşı balkondaki beyaz kediler de yanımda olurdu. Minnet duyardım onlara. Huzurumu tamamlıyorlar diye.
...

9/15/2011

Dementia!

Demans!
Kişinin entellektüel ve sosyal yeteneklerinin, günlük fonksiyonlarını etkileyecek şekilde ilerleyici olarak kaybı. Hastalık doğası gereği ilerleyici özellikte. Latince 'uzak' ve 'mantık' kelimelerinin birleşmesinden türetilmiş. İngilizcesi dementia. Dementia! Çiçek ya da hoş bir bitki ismi gibi. Ama aslında insanın beynindeki bir hasardan dolayı yavaş yavaş aklını yitirmesine verilen ad. Tuhaf bir hastalık bu. Her bünyede farklı bir seyri var. Kimisinde 3 ayda son seviyeye ulaşırken, kimi bünyede son seviyeye ulaşması 10 seneyi buluyor. Alzheimer da bir demans şekli. Demans yalnızca unutkanlığa değil, davranış bozukluğuna, hastada karakter değişikliğine sebep oluyor. Hastalık 45-65 yaşları arasında sinsice başliyor.
Fronto-temporal demans!
Beynin ön bölümünde hasar. Sosyal ve kişisel iletişimde kayıp, iç görü azlığı, duygusal duyarsızlaşma. Belleğin, günlük yaşamın gereksinimleriyle başa çıkabilme yetisinin, algının ve duygusal tepkilerin bozulmaya başlaması. Hastalıkta iyileşme ya da geri dönüş mümkün değil. İlaçlı tedavi yalnızca hastalığı olduğu yerde tutmayı amaçlar.
İnsan beyni bir makine gibi çalışır. İşin kötüsü beyin hücreleri ölmeye programlıdır. Beyindeki nöron bağlantılarının nitelik ve niceliği her yıl yüzde bir oranında azalma gösterir. 75 yaşın üstündeki her iki kişiden birinde demans görülmesi doğaldır. Ama 70'inden önce görülen demans erken sayılır. Kronik depresyonla, zor bir hayat geçirmeyle ilgili olabilir.
İki ay önce anneme Frontotemporal Demans teşhisi konuldu. Hayatımın en tuhaf dönemindeyim ve başıma gelmeyen kalmadı diye düşündüğün bir anda geldi bu teşhis. Alt üst oldum. Kabullenemedim. Hayatla kavga ettim. Sonra tamamen küstüm. Bir türlü kendime gelemedim. Bu ani ve sarsıcı deneyimde doktorun da rolü büyüktü.
-Nedir bu demans diye sordum doktora, Alzheimer mı değil mi?
-Alzheimer değil, dedi.
-İyi o zaman, diye rahatlamak üzereyken hemen kasvetli bir ses tonuyla ekledi:
-Daha kötüsü!
Doktor olmadan önce insanları önce sosyal bir beceri sınavından geçiriyor olmalılar. Sınavdan kalanlar doktor oluyor! Annesi demans olan birine haberi böyle vermek gerekir!
-Alzheimer mi? Yok canım, çok daha kötüsü! Her şeye hazırlıklı olun! En kötüsüne! Ah canıııım, sen kaldıramadın sanırım bu haberi! En iyisi sen sonra gel, ben sana bunu parça parça anlatayım! ....

33 sene önce bundan yaklaşık 10 saat sonra annem beni dünyaya getirdi. Beni dünyaya getirmeden önce de sonra da çok zor bir hayatı oldu. Belki bu yüzden 60'ına daha yeni girmişken demans teşhisi konuldu. Ben daha küçücükken gözleri hep kederli bakardı. Ben yarın 33 yaşına giriyorum, annem hala aynı kederli bakislarla benim bilmediğim uzak bir yerlere dalıp dalıp gidiyor. Psikologların dediğine göre ana ve babadan miras aldığımız travmalardan kurtulmamız gerekiyormuş. İnkar ederek, görmezden gelerek değil. Yalnızca geçmiş ne kadar zor olursa olsun, bunu kabul edip anı yaşamaya, yaşamın kendisinin tadını çıkarmaya başlayarak. Geçmiş ve gelecek anlamsız. Ne kadar okursan oku, ne kadar araştırırsan araştır, ne kadar derin düşünürsen düşün. Bütün yollar ona çıkaracak; şu ana. Şu anı yaşamayı beceremediğinde beynine türlü hasarlar vereceksin. İşte o zaman adını bile zor telaffuz ettiğin hastalıklar peşine düşecek. Bunlar iyi günlerin.

Doğumgünün kutlu olsun!

8/17/2011

İyi ki doğdun Lilocan!

Dört sene önce bugün benim hayatımı değiştirecek küçük minik bir şey doğdu. Bir köpek yavrusu. Moldovya'da. Adı Murat olan satıcının söylediği doğruysa çok akıllı bir anne babadan doğan bir sürü yavru içinde en güzel olanıydı. Şampanya rengindeydi üstelik. Ben onu alıp almamak konusunda nazlanınca bana şöyle demişti:
-Siz bilirsiniz ama akşama kalmaz bu! Şampanya rengi!
Yani anladığım kadarıyla cocker denen bu köpeciğin en sevilen renklerinden biriydi ve hemen o anda almaya karar vermezsem yüksek ihtimalle onu başkası alacaktı. Eh ne yapalım dedim, riske girmektense biraz kapora verip ayırtayım!
Bir insanoğlunun şımarıklığında son nokta nedir? Bir ada satın almak falan mı? Bence bir başka canlıyı satın almaktır. Para verip, bizim gibi bu dünyada yaşayan, bu dünyada yaşamayı en az insan kadar hak eden bir başka canlıyı satın almak. Para verip bir başka canılının sahibi olduğunu düşünmek. Bizimle aynı dünyayı paylaşan bir canlıyı satarak para kazanan birilerine para kazandırmak.
-Ben insanım ya, her şey benim hakkım. Diğer yaratıklar bana sağlayacakları fayda ile dünyada bir yer edinebilirler!
İşte buna benzer düşünceler içinde elli türk lirası kapora vererek minik bir canlıyı "ayırttım".
-Turdan sonra gelip alırım, dedim.
İşte böyle oldu bizim koca kulaklının hayatıma girişi.
Yıllardan ikibin yedi'ydi ve sonbahardı. Bugün ikibin on bir'in on yedi ağustos'u. Bir çoklarına göre depremin yıldönümü, benim içinse Lilo'nun doğumgünü. Ben onu, bir köpek alsak ya, ne olur! Bir daha mı dünyaya geleceğiz, diyen Kaan'ı sevindirmek için almıştım.
Ama Lilo denen köpek benim bütün hayatımı değiştirdi. Yıllar geçti, her şey değişti, Kaan'la bile ayrıldık ama Lilo hep benimle kaldı. Gölgem gibi beni her yere takip etmeye devam etti. Kaan'ın pek de anlaşamadığım eniştesi şöyle demişti,
-Göreceksin, ondan çok şey öğreneceksiniz.
Öyle oldu. Bir köpekten ne öğrenebilirim ki diye düşünürken hayata bakış açımdan başladı beni değiştirmeye. Sonra bana gündelik hatta anlık hayatın aslında hayatın kendisi olduğunu öğretti. Ancak Lilo'dan sonra bir dilek tutarken, "hep şimdiki kadar mutlu olmayı diliyorum", diyebildim.
Hep şimdide olmak, hep şimdiki zamandaki kadar mutlu olabilmek. Hayatın sırrını en basit, en görünen şeylerde bulabilmek. Geçmişin ve geleceğin ağırlığını taşımaktan nihayet vazgeçmek. Koşulsuz şartsız sevebilmek. Yargılamadan kabullenmek. Şu anın getirdiklerini hep coşkuyla karşılayıp bir hediye gibi kabullenmek. Bir insanı söylediklerinden çok yaydığı enerjiye göre değerlendirmek. Dosdoğru olmak. Sevdiğine güvenip, sevmediğini ısırmak. Sevdiği şeye doğru ara yollardan değil, en kısa en dolaysız yoldan gitmek. Vazgeçmemek. Bir kez vazgeçti mi pişman olmamak. Sabırlı olmak. Sabrederken coşkuyu kaybetmemek. Huzuru ancak doğayla uyumlu olduğumuzda bulabileceğimizi fark etmek. Günü karşılamak için her zaman aynı coşkuyla uyanmak. Hiç unutmamak ama hiç kin tutmamak. Kavga etmemek için her şeyi yapmak ama bir kez kavga edince her şeyi göze almak. Şu anı, yani yaşamın kendisini onurlandırmaktan bir an olsun geri durmamak.
Teşekkür ederim koca kulak. Daha bir sürü şu anlarda birlikteyiz. Daha bir sürü kozalak var önümüzde. Köpeklerin para verip insanları satın aldığı tuhaf bir paralel evren varsa, umarım beni sen alırsın. İyi ki doğdun Lilo'm.

5/02/2011

Turun Son Günü

Turun son günü gibisi var mıdır rehber dostlar? Kış ortasında açan güneş gibidir. Bunaltıcı ağustos sıcağı arasında bir tanecik serin gün gibidir. Boşuna dememişler en iyi turist giden turisttir diye! Evet bu Brezilyalılar dünya tatlısı insanlar. Ay ne güzel çiçek, ay ne güzel yol, ay ne güzel sokak, ay ne güzel hava, ay ne süper rehber, nooosssaaaaa, diye hap içmiş gibi mutluluk tavan yapmış bir şekilde dolanıyorlar ortada. Ama yine de beş günden sonra bu kadar sevgi böcekliği benim bünyeye fazla gelmeye başlıyor. Haydi bakalım herkes plajına, karnavalına falan dönsün, diyesim geliyor. Bir günde on iki saat araba minibüs kullanmaktan beyni hoşafa dönen kaptan soruyor;
-Abla, bunlar hep böyle mutlu mu?
-Brezilyalı bunlar, bir çeşit ruh hastalığına tutulmuşlar. Mutlular, memnunlar falan!

Yine de en iyi tur biten tur. Ben turun son gününü kutlamayı sevenlerdenim. Her ne kadar bu sevimli Brezilyalıları sevsemde, gecenin bir yarısı başıma bela olup bir hafta sonraki uçuş saatini konfirme etmeye çalışan amcayı ya da soru sormak için minibüste ayağa kalkıp, arkadan kafamı dürten teyzeyi pek de özleyeceğimi sanmıyorum! Turun bitişini Kuşadası marina manzaralı odamda sütlü kahve likörü içerek kutluyorum. Hala biraz hastayım, likör içmemeliyim belki ama sütlü içiyorum en azından. Hem de organik süt!
Yarın öğlen İstanbul'a dönmüş olurum. Bugün hem hastalığım, hem de son günlerdeki hayata hastalıklı bakışım iyileşti biraz. Küçük Lilo'mu çok özlediğimi fark ettim bugün! Son günlerde Lilo'yu bile gözüm görmüyordu sanki. Bugün Meryem Ana'yı gezerken, şişmancık bir King Charles Chavelier gelip dibime oturdu. İsmi Poçi'ymiş. Kendini sevdirdi durdu. Sonra Efes çıkışında yeni doğurmuş bir sokak köpeğinin minicik yavrularını sevdim. Lilo'mu özledim bugün. Hayatımı değiştiren, bana dünyada insanoğlu denen yırtıcı hayvan dışında canlıların da yaşadığını öğreten küçük köpeciğim. Bir köpek kendini insana sevdirecekse kendini yerlere serer. Hiç düşünmez karşılık alacak mı diye. Kendini olduğu gibi teslim eder bu güvenilmez, karmaşık insan yaratığına. Bir köpek kendini böyle teslim ettiği anda gözlerinden öyle bir sevgi fışkırır ki, o anda öylece yoğunlaşan o sevgiye elinle dokunabileceğini sanarsın. Ama biz zavallı insanoğlu olarak, seveceksek eğer bir sürü hesap yapmak zorundayız. Sonunu düşünürü hep. Sonu ne olacak? O anda o duygudan daha önemli hiçbir şey olmadığını göremeyip, işin sonunu hesaplamaya kalkarız. Freud demiş ki, köpek sevdiğini yalar, sevmediğini ısırır. İnsan ise lanetlenmiş gibi ilişkilerinde sevgi ve nefreti aynı anda yaşamak zorundadır... Yarın Lilo'ma dönüyorum. Onu neden beş gün bir pansiyonda bıraktım diye beni yargılamayacak. Neden gittin diye sitem etmeyecek. Her zamanki gibi sevinçten havalara uçarak beni kabul edecek. Günün birinde sevebilirsem, Lilo gibi sevmek istiyorum. Yargılamadan. Ego denen şeyi denklemin tamamen dışında tutarak.

Turun son günü gibisi yok! Yarın sabah sevimli ve mutlu Brezilyalıları gemiye bırakıp İstanbul'a dönüyorum. İstanbul'la o kadar çok kavga ettim ki son zamanlarda, bu şehre dönme fikri bile sinirlerimi bozuyordu. Ama artık saatlerce araba kullanmak zorunda değilim ve bu yaşlı şehre bir şans daha vermeye karar verdim. Şansını kullanamaz ve beni bir kez daha küstürürse, bir sene sonra bahçesinde domates ve biber yetiştireceğim köy evine taşınacağım. Bu bir tehdit mi? Evet, öyle! Ayağını denk al İstanbul! Seni terketmeme ramak kaldı. Lilo'mu alıp zamanın daha yavaş aktığı bir coğrafyaya taşınacağım. Yazıyı okuyanlara Skin'den gelsin, Kill Everything, Movie Version... There's no point in being careful, i'll burn bridges anyway...

5/01/2011

Make Your Own Kind of Music!

Lykus River, 4214 no’lu oda. Bir arkadaşım hayatının zor bir dönemindeyken bir otel odasında sabaha kadar kendisiyle hesaplaştığından bahsetmişti. Oda numarasını unutmuyordu. Ben de buraya, 4214 no’lu odaya hayatımda canımı acıtan ne varsa gömmek istiyorum. Son günlerin yorgunluğuna ve moralsizliğine bir de hastalık eklendi. Sabahtan beri ateşim düşmüyor. Dayak yemiş gibiyim. Uykusuz, yorgun ve hastayım ama vücudumda ağrımayan bir yer olmadığından uyumakta da zorluk çekiyorum. Bu yazıya uygun bir fon müziği aradım. Muse’da karar kıldım. Muscle Museum, akustik versiyonu. … But you still want to spoil it… To prove I've made a big mistake… Birkaç kez akustik versiyonu dinledikten sonra normal versiyona dönebilirim. And I don't want you to adore me…Don't want you to ignore me… When it pleases you… Kaan bu şarkıyı dinlememle hep dalga geçerdi. Tuhaf bir şarkı dinleme alışkanlığın var diyordu! Bir şarkıya kafayı takınca sadece o şarkıyı dinliyorsun! Evet, Muscle Museum olayını biraz abartmış olabilirim. Bir aralar beynime bir çip taktırsam da bir düğmeye falan basınca kafamın içinde yine çalamaya başlasa diye düşünüyordum. Neyse normale döndüm. Haftada birkaç kez dinliyorum yalnızca. Ha bir de telefonum da Muscle Museum şeklinde çalıyor ama o sayılmaz çünkü genelde sessizde duruyor turdayım diye. Bir ara da Hoobastank, The First Of Me dinliyordum düzenli olarak günce üç öğün. Neyse ki araba kullanırken dinlemedim hiç! The First Of Me bu! Hız sınırı falan boş verdirebilir insana. You were born to lead the way and be the first of you! I am not the next of them, I am the first of me! Bu kadar gaz bir şarkı duymadım hayatımda. Depresyona, özgüven eksikliğine bire bir. Ama doğru dürüst bir şeyler yazmak istiyorsam bir numaralı seçimim Into the Wild Soundtack’tir. Society’yle başlanır hep. No Ceiling ve Rise ile devap edilir.



Nerden geldim buralara. En son 4214 no’lu odaya neler gömeceğimi düşünüyordum. Ama ateşim hala düşmüyor ve sanırım ateşten saçmalamaya başladım. Babam aradı az önce. Benden çıktığı şüpheli gibi görünen hasta sesimi duyunca doktor çağır hemen dedi. Tuhaf geldi. Herkes benim için endişelenmeye başlayalı beri babam bile benim sağlığımla ilgilenir oldu! Her hastalandığımda olduğu gibi annemi arayıp ağlayıp sızlamak istedim. Aradım. Annem daha telefonu bile açmamıştı ve benim gözlerim nemlenmeye başlamıştı bile! Bilimsel bir araştırmaya göre çocuklar annelerinin yanında hastalık ve huysuzluklarını abartma eğiliminde oluyorlarmış. Demek ki kapris değil, bilimsel gerçek! Ben de arkama koskoca bilimi alarak ne kadar hasta olduğumu anlatıp onu üzmek için annemi aradım! Ama telefonu öyle telaşlı açtı ki, kim bilir ne için koşturuyordu yine! Ben de bu sefer acımasız olamadım. Hastalıktan bir acayip çıkan sesimi normalleştirmeye çalışarak havadan sudan konuştum. Peki ya hastayım diye kimi arayıp üzeyim diye düşünürken aklıma küçük kardeş Hümeyra’cık geldi. Bu günlerde onu belki az endişelendirmişimdir diye düşünerek arayıp ne kadar hasta olduğumu anlattım. Biraz rahatladım.



Arka planda Eddie Vedder, Rise çalmaya başladı. Tuhaftır hep başka şarkılar dinleyerek başlıyorum yazmaya ama bu şarkıda takılıp devam ediyorum. Bunca zamandır üç bin kez dinlediğim şarkının sözlerine de nasıl olmuş da hiç dikkat etmemişim anlamadım. Gonna rise up... Burning back holes in dark memories... Gonna rise up... Turning mistakes into gold...



Peki ya neyi arkamda bırakacağım 4214 no’lu odaya gömerek? Neyin hesaplaşmasını yapacağım? Bir süre durup dinlenmeliyim belki de. Kendimden hesaplaşmalar beklemek biraz acımasızca olmuyor mu? Zaten hastayım ben! Ateşim gitgide artıyor. Ateşim arttıkça da saçmalama olasılığım artıyor. Öyleyse 4214 no’lu odaya kendime olan acımasızlığımı gömüp yarın sabah kapıyı çekip çıkmalıyım bu odadan. Kendimi beğenmişliğimi de bırakmalıyım burda. Dünyada herkes hata yapabilir ama bir tek ben mi yapamam? Hadi canım sen de, diyerek kapıyı bu düşüncenin üstüne örtmeliyim yarın sabah. Yeni hayatımda istemediğim bazı insanların da yüzüne çarpmalıyım kapıyı. Ama onu beceremem sanırım, dürüst olmalıyım en azından! Kin tutmayı ne zaman becerebildim ki ben! Asla affedemem dediklerimi bile affetmem milisaniyenin onda biri kadar sürüyor! Yine de 4214 no’lu odanın kapısının ardında bırakmam gereken bir iki isim var aklımda.



Şimdi de Pearl Jam, Footsteps çalıyor arka planda. Bu şarkıyı bir kereden fazla dinlersem intihar eğilimi gösterebilirim. I did what i had to do... If there was a reason, it was you... I got scratches, all over my arms… One for each day, since I fell apart… I did, what I had to do… If there was a reason, it was you...



Artık uyumak gerek. Anlaşılan ben beceremeyeceğim şu iç hesaplaşmasını. Belki de bu oda insanın kendisiyle hesaplaşması için fazla yeşil! Ya da aşağıdaki hamam ve aromatik yağ masajlı spa sefasından sonra kendime acımaya konsantre olamıyorum! Yarın turun son günü. Kuşadası’ndayım. Belki oradaki otelde şöyle iyice kasvetli bir oda verirler de ben de şöyle doya doya kendime acıyıp hüngür sümük ağlayarak hasta ve ateşler içinde ıstırap çekerim! Ama bugün mutsuz olmaya ve geçmişe hayıflanıp, keşke şöyle olsaydı demeye halim yok. Öyleyse unutulmaz Lost Soundtrack’tan gelsin, Petula Clark’tan Downtown… When you're alone and life is making you lonely you can always go downtown… Kesmezse Lost’dan devam edip, üzerine bir de Make Your Kind of Music patlatırsam iç hesaplaşma falan tarih olmuş demektir! You gotta make your own kind of music... sing your own special song… Make your own kind of music even if nobody else sings along…



Nokta!