Evden çıkıp bir yerlere giderken her durakta aynı görüntü içimi burkuyor. Koyu renk mantolu mutsuz insanlar yığını. Üstüste binmiş gibi duran asık suratlı lekeler. Tüm bu gölgeler etraftayken nasıl neşeli olunur bu şehirde bilmem. İsteksizce bir oraya bir buraya koşuşan koyu karaltılar her yandayken nasıl olur da mutluluk içinde uçarcasına dalabilirim hayatın içine onu da bilmem. Kafamın içinde bir başağrısı: Peki senin farkın nedir bu mutsuzluk kümesinden? Nasıl oldu da muaf tuttun kendini bu hüzün ayininden? ... Hayır, hayır bu hüzün değil. Sağda solda koşturan karaltıların yüzünde gördüğüm şey hiç de hüzün değil. Hüzün dinmiş bir coşkudur, derdi Andre Gide. Bu hüzün değil, olsa olsa ... burnunun ucunda duran hayatı göremeyenlerin zavallı, çaresiz ama bir o kadar da kararlı sevinç yoksunluğu. Mutsuzluk demeye bile dilim varmıyor... Andre Gide yine imdadıma yetişiyor: Mutluğu her yerden başka yerde arama Nathanael! Bir de kitabın hiç unutmadığım o son cümlesi: Hiçbir şeyi putlara kurban etme Nathanael... Benim koşturup durmam da hep Andre Gide yüzünden olmasın! Ne diyordu yıllar önce okuduğum o kitapta: Ölüm uykusundan başka dinleniş istemem ben... İşte suçlu bulundu! ... Şimdi durmadan koşmak istemiyorum. Küçük dinlenişler arıyor ruhum. Şimdi tüm okuduklarımı, tüm duyduklarımı, kulağıma çalınan tüm sözcükleri unutmak istiyorum. Yaşamanın, hayatta olmanın kendisi dışında hiçbir şey önemli olsun istemiyorum. Dostoyevski'den okumuştum; şu hayatın sırrı denen şey öyle yalın ve öyle dosdoğru gözümüzün içine bakan birşey ki, onu bir türlü göremiyoruz! ... Hayatın kendisi olan o kuçuk sessizlik ve huzur anında şimdi dinlenmek istiyorum.
...
Gececil bekleyişler vardır, hangi aşkın daha bilinmez!
A.Gide
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder